Yıllardır
otururduk karşılıklı, bir o konuşmazdı bir ben. Çok önemli değildi ilk başlarda
hangi duygularla dolu olduğunu anlayamadığım sessizliğimiz. Herkesle
konuşabilirdim, onla konuşamadığımdan oldu tüm bunlar ama onu hiç suçlamadım.
Konuşmanın, derdini anlatmanın hatta ve hatta derdini
yazmanın ne demek olduğunu bilmiyormuşum. Onla her şey sadece ve sadece
gündelik işlerden, nasılsından ibaretmiş. Geçmişi olduğunu çok sonradan
öğrendim. Geleceği hakkında da şüphelere sahiptim hep. Şimdilerde düşünür oluyorum
acaba gizli gizli birileriyle mi dertleşiyordu ya da bir yerlere mi yazıyordu
ya da sadece öylece boşluğa mı bağırıyordu hatta ve hatta sadece boşluğa mı
bakıyordu da bu insanlığın paylaşmak dediği dertlerin, sıkıntıların, hafifletme
çabasını sağlamış oluyordu. Ne oldu da bu hale geldi hala anlamlandıramıyorum.
Nedeni hala soramadım babama.
Babamla hiç sarılmadık, babamla hep tokalaştık.
Tokalaşmak ne büyük bir heyecandı, başka insanlarla tanıştığımda zevkle onların
ellerine sarılırdım. Ellerini iyice sıkıp koyun pazarlığı yapan fırsatçı
hayvancılar gibi sallardım, tıpkı babam gibi. Babam hayvan satıcısı değildi bu
arada, kendisi hayatında hangi mesleği yapacağına karar verememişti. Kararın,
hayatın ta kendisinde olduğunu görüp, öğretmenliğe doğru yönelmek zorunda
bırakılmıştı. Hiçbir öğretmen onun gibi el sıkışamazdı.Elini sıkıp sallayarak
karşındakini sarmış olurdu.Önüne gelenin de elini sıkmazdı. Küçük yaşlarda
babasını kaybetmişti babam. Dedem ölmeden sarmamış mıydı acaba babamı? Ne kadar
endişe verici bir soruydu bu, en az konuşmamız kadar endişe verici.
Sevgi insanların vücudunda, dudaklarındaydı. Sevgileri
sadece ellerine sıkıştırılmamıştı babam gibi. Babam beni hiç sarmadığı gibi bir
kez olsun da öpmemişti. Ne bayramda ne de seyranda.
Annemin bizi terk etmesinin ardından beni hiç kimse
sarmamıştı, üniversitede benden hoşlanan çocuk dışında.Annem babamla görücü
usulü evlendirilmişti. Babamın ketum, ruhsuz, sert mizacına maruz kalmıştı. Ben
4. yaşıma girdiğimde daha fazla dayanamayacağını anlamış ve terzi mehmetle ile
egeye kaçmış. Babam bir kez olsun lafını açmamıştı ve kötü laf etmemişti. Hiç
bir kötü duygusunun olmaması beni hep daha fazla tedirgin ederdi. Terzi mehmet
babamın ahbabıydı.
Annemin bizi terk etmesinin ardından en ufak değişiklik
göstermeyen babamla, daha küçük bir eve taşınmıştık o zamanlar. Okuluna yakın
olan ev, benim 2 yıl sonrasında başka insanların sarılmalarını daha net bir
şekilde hissettiğim yer olacaktı. Babamın soğukluğu beni her yeri sert
dikenlerle çevrili bir kirpiye dönüştürmüştü. Sadece ellerimde diken yoktu,
öyle ki okula başlayana kadar da kimse bu hem çirkin hem de her yeri dikenlerle
kaplı küçük kız çocuğunu sevmeye çalışmamıştı. Bazen durup düşünürdüm babam
biraz sevmiş miydi beni,ben küçükken, özellikle küçükken ? tabi cevap çok
açıktı: Koca bir bilinmezlik.
Babamı günlük hayatında da gözlemleyince hayretim bir kat
daha artmıştı. Nasıl bir öğretmen ne sevmek için ne kızmak için öğrencilerine
hiçbir zaman dokunmazdı ki. Diğer öğretmen arkadaşlarıyla asla mesleki
sohbetler dışında bir araya gelmez de geçer bir köşeye sadece yapması
gerekenleri yapardı.
Asla tolerans göstermezmiş kimseye, hiçbir öğrenciyi
insiyatifiyle geçirmemiş. Sınıfta bırakılan öğrenci listesi onun huyunu
tanımayan öğrencilerle doluymuş. Çoğu öğrenci onun disiplinli tavrı sayesinde
matematiği sever olmuş. Kendisini seven öğrencilerinin-nasıl babamı
sevebildiklerini de anlayamadım hiçbir zaman tıpkı babamı hiç hissetmediğim,
saramadığım gibi- aldığı hediyleri asla kabul etmez, ne yaparlarsa yapsınlar
ağzından sade, hissiz bir teşekkür ederimden fazlasını alamazlarmış.
Küçük bir kız, annesi tarafından terk edilmiş ve
olabildiğince babasının yanından ayrılmayan küçük bir kız, babasını bir kez
bile saramayan, kucağına oturup başını babasının o rahat mı rahat göğsüne
yaslayamayan küçük bir kız, babasına tapan küçük bir kız, taptığı babasından
ölesiye korkan küçük bir kız, çirkin olduğunu kendisine inandıran küçük bir kız
olarak liseye geçene kadar arafta yaşamıştım. Babamı her gün aynı şeylerle görmek,
aynı ses tonuyla günaydınlar ve iyi akşamlar, aynı mimiklerle konuşmalar beni
çıldırtmaya yetmişti. Öyle ki yüzündeki kaslar belirli bir tonusta kalmıştı,
babam bir miktarda daha fazla gülemez ya da yüzünü ne gerebilir ne de
sarkıtabilirdi. Babamın yüz kasları bile babama daha fazla dayanamamış ve boyun
eğmişti. Tek bir ifade tek bir baba.
Kendimi dışarıya attığım zamanlarda ise korka korka
sokaklarda ilerlemekti, insanlardan korkmaktı tek olan. Onlar beni
görmüyorlardı bile.Lisede bakımlı kız arkadaşlarımı görünce, bina arkalarında,
çardakta, okulun arka sokaklarında öpüşen çiftleri gördüğümde ben de yanlış bir
şeyler olduğunu daha iyi anlıyordum. Zaten adet geçirme dönemim ise bir
faciaydı. Babamın söylediği tek şey dikkat et demek olmuştu. Bu kadardı sadece
dikkat et demişti. Beni çok seviyordu, belliydi.
Her şey büyüdükçe daha da zor oluyordu. Ben geliştikçe,
okudukça ve düşündükçe babamdan her geçen saniye daha da uzaklaşıyordum. Babam
ise aynılığını korumakta ustaydı. Her hafta sonu pazar saat 3te yediğimiz
dönerden lise bitmeden nefret etmiştim. Her gün şaşmaz bir şekilde saat 6da
uyanışından, her gece saat 12de uyumasından nefret etmiştim. Her hareketi
nefrete dönüşüyordu bende. Hem ölesiye bağımlı bir sevgiyle zincirlenmiştim
babama hem de zincirin tenime değdiği yerlerde yaralar oluşuyordu. Yaraların
kökeni nefretimdi. Kapıdan dışarı çıkmam gerektiğini ve bir daha geri
gelmeyecek bir şekilde gitmem gerektiğini hissediyordum zaman zaman. Hiçbir
şeyin değişmeyeceğini üzülerek fark ediyordum, hiçbir şey değişmeyecekti
babamın hayatında. Kalma sebebim buydu.
Babam ölmeden önce son kez oturduk karşılıklı. Öleceğini
sezmiş gibiydi. Aslına hiçbir şeyi de
yoktu sağlığıyla ilgili.Hep sağlıklı olması onun düzeninin bir parçasıydı. O an
geldiğinde ben ola ola orta halli bir fabrikada müdür sekreterliği yapan her
günü aynı olan, orta yaşlı bekar bir kadındım. Üniversitede benden hoşlanan
çocuk benim bu çıkılmaz hayatımdan koşarak uzaklaşmıştı, kopamadığımı
kopmayacağımı anlayınca. Sadece bir kez dudaklarımız değmişti birbirine ve
beklediğimden etkisiz çıkmıştı. Büyüdükçe babama benziyordum. Ben artık sevmesi
gereken küçük kızı değildim. Gittikçe ona benziyordum. Ölüm günü, son kez
oturduğumuzda da bunu dile getirmişti. Bugün öleceğim demişti. O kadar duygusuzdu
ki, gittikçe ona benzeyen varlığım afallamıştı ve kanım çekilmişti.Öleceğini
söylerken değişmeyen yüz ifadesi ona inanmamı hızlı bir şekilde
sağlamıştı.Dikkat et demişti sonrasında tıpkı ilk adet görmeye başladığım
zamanlardaki gibi. Belliydi beni çok seviyordu. Bir şeylere dikkat etmem
gerektiğini vurguluyordu.Hep aynı olan bir şeyler ama benim hiçbir zaman
öğrenemediğim bir şeyler.
Ölene kadar bakabildim ancak ona, gözümü kırpmadan, nefes
alımlarımı azaltarak sadece baktım ona. Bakışımda yakarış vardı, ihtiyacım
vardı öğrenmeye.Sonra değişmeyen ses tonuyla konuşmaya başladı. Bunların
hiçbiri umrumda değil dedi. Devamında söyledikleri daha da garipti. Yaşadığım
her şeyi bile bile yaşadım. Lanetim buydu benim. Duygusuz ve ruhsuz olmak bunu
severek yaşamak. Bu dünya bana acı çektiremedi ben de ona mutluluğumu sunmadım,
dedi. Ne kadar garipti yıllarca konuşmasın, öleceği zaman böyle garip garip
şeyler sunsun yıllardık oturduğumuz ama konuşmadığımız masamıza.
Öldüğü zaman daha da garip bir şey oldu. Karşımda oturan
ve sadece kafasını sandalyeye yaslayarak ölen babamın yüz ifadesi değişti.
Hayatım boyunca başka bir yüz ifadesi olmayan babam, öldüğünde dudaklarında
beni korkutan bir gülüş bırakmıştı.
133
Yorumlar
Yorum Gönder