Adım Polat. 12
yaşındayım, saat kulesinin az ilerisinde yaşıyorum. Annem ne iş bulsa yapıyor
ev temizliğinden yaşlı teyzelere bakmaya kadar. Babam da hamallıktan ameleliğe
kadar her bulduğu işi yapıyor. Gene de evimizi kış aylarında yeterince
ısıtamıyoruz. Annemin adı Zeynep, babamın adı Ahmet. Bir de kardeşim var adı
Kemal ama ben ona sincap diyorum, 4 yaşında, sanki hiç büyümüyormuş gibi
geliyor bana. Bir keresinde sincap görmüştüm arka bahçede o da aynı Kemal gibi
küçücüktü, Kemal daha küçük ama. Belki de ben büyüğümdür.
Genelde yukarı
mahallelerden teyzelerin getirdiği eski kıyafetleri giyerim. İşin kötü yanı
hiçbir zaman tam olmaz bana, küçük geldiğinde büyürüm, büyük geldiğinde ruhum
küçülür sığmaz kıyafete. Şunu anladım kıyafetlerimizi asıl taşıyan bedenlerimiz
değil, ruhlarımızmış.
Yan sokakta yaşayan
Makbule abla var, 18 yaşında, çok güzel bir kadın ve çok iyi bir insan,
kazandığı parayla bana çilek alır ve ben çileği çok severim. Kıyafetini çok iyi
seçer, öyle bir giyer ki; ben burdayım, der. Bunun sebebi ruhu büyüktür taşar
kıyafetten. Şaşırır gözlerimi kırpıştırırım onu görünce hayranlıktan. İleride
Makbule ablayla evlenmeyi istiyorum, birazcık benden büyük olabilir ama ne
olursa olsun çokça büyüyüp beni sevmesini sağlayacam. O kadar eşsiz biri ki hem
bana çilek alıyor ve hem de güzel sesiyle “Nasılsın bakalım canımın içi” diyor
beni her gördüğünde, bense her söyleyişinde utanıyorum. Ama çokça büyüdüğüm
zaman utanmayacağım “iyiyim Makbule abla” diyip dudağına yapışacağım. Sadece o
an gelene kadar ölmemem gerekiyor, öleceğimden korkar oluyorum. Uyuşturucu
satan benden 4 yaş büyük Alinin öldüğü gibi kafama sıkılacak bir kurşundan ya
da yan gecekonduda kimsesiz,yorgun bir şekilde kendini ölüme bırakan Kazım gibi
aç ve soğukta geçen günlerde öleceğimden korkuyorum.
Ah Makbule abla bir
bilsen seni ne çok sevdiğimi. Makbule ablayı sevdiğim kadar dersleri
sevmiyorum; Matematik 4, Türkçe de 4, Fen 2 ama
bir de ingilizce 0... Napayım aram iyi değil derslerle, zaten napıcam
dersleri. Garip bir şekilde herkes ama herkes, beni tanımayan herkes, bir şey
istediğim, bazen dilendiğim herkes, önce adımı sorarlar, ikinci ve üçüncü
sorular değişmeli olarak ya ‘kaç
yaşındasın’dır ya da ‘derslerin nasıl’dır. Sanki derslere göre alıcaklar
istediğimi, ulan gecenin köründe, sokakta üstümde ince bir ceketle sizden
yiyecek bir şeyler istiyorum, karnımı doyurmanız için dileniyorum napıcaksınız
dersi. Ah işte Makbule abla olsa böyle davranmazdı, “canımın içi” der çilek
alırdı bana derslerin nasıl diye sormadan.
Çoğu zaman sizden nefret
ediyorum, siz kim misiniz? Benim sahip olamadığım her şeye sahip olanlarsınız.
Az çok tanıyorsunuz artık beni, ne kadar öfkeli olduğumu görebilirsiniz,bu
denli öfkeyle yaşamaktan çabuk yorulacakmışım gibi geliyor, Makbule ablanın
yaşına gelmeden.
Şimdiden de yorgunum
aslına bakarsanız;dersleri kötü, arkadaşsız, soğukta ince bir ceketle
insanlardan dilenen, Makbule ablaya karşı utangaç bakışlarla bakan, sevgisiz
bir insanım, buyum ben, en büyük niteliğim kusursuzca yalan söyleyebilme
becerim. Yalandan da olsa bu benim hikayem.
Hayatın ve hayatımdaki
insanların umursamazlığının yoğun yaşandığı bir gecede gene aynı ince ceketle,
kış soğuğunun azımsanmayacak derece hissedildiği martın üçünde,dışarı çıkıp
biraz dilenmek ve yorgunum annemin Kemalle ilgilenmekten beni umursamamasından
dolayı aç olan karnımı doyurma umuduyla yola yola koyulmuştum. Aklımda en az on
lira toplamak ve karnımı doyurmak vardı. Eğer pilav, dürümcü ve market
üçgeninde seri davranabilirsem belki bir kaç saftirik ya da iyi niyetli insan
müsvettesi bulabileceğimi düşünerek yokuşu çıkmaya başladım. Ne kadar dik bir
yokuştu, bazı insanlar yokuş çıkarken konuşmaktan ve düşünmekten
yorulabiliyorlar, bir keresinde Makbule abla böyle söylemişti, narin vücudu
çabuk yoruluyormuş. Sanırım ben de o insanlardanım. Soluk soluğa yokuşu
tırmandım. Nefes nefeseydim, ağzımdan çıkan hava üşüyerek soğuk havaya
karışıyordu, dudaklarımdan içime süzülen soğuk hava ise içimdeki tüm sıcaklığı
katletmeyi heyecan ve sabırsızlıkla bekliyordu, çok bekletmeden soğuk havayı
içime çekmeyi sürdürdüm. İçimin üşünüdüğünü hissedebiliyordum. Görünürde
kimsecikler yoktu ilk başta, bir tek köpek vardı yolun karşısında. Gözlerim
köpeğe takıldı. Bir hışımla kalkan köpek bana doğru havlamadan koşmaya başladı,
araba geçmediğinden yolda hiç duraksama yaşamadan yanıma varabildi. Tüm
sevgisizliğimi vermek istedim ona ki Makbule abla beni daha çok sevebilsin
diye. O da anlamış olacak ki sevgisizliğimi yanımda durdu durmadı hemen
koşmaya, yan sokaktan yokuş aşağı koşmayı sürdürdü. Tek yapabildiğim arkasından
el sallamak oldu. Zaten bu soğukta onun peşinden koşacak takatim de yoktu.
Sessizce pilavcının yolunu tuttum, para kazanmadan önce karnımı doyurmalıydım.
Pilavcıda bir saftirik bulacağımdan emindim. Sürekli insanların girip çıktığı,
işlek bir mekandı pilavcı. ‘Pilavcı’ denince insan ilk başta küçümseyebilir,
pilav ne kadar matah olabilir ki diye düşünelebilir. Benim için dünyanın en
güzel şeyi hem insanlar bana almaktan esirgiyemiyor kendini, dürümcüde mesela o
kadar yiyemiyorum.
Tüm bunlar yaşanırken,
önemsiz görülen pilavcıya girmişken, siz şu an bunları okurken büyümüş
olmalıyım çoktan ve siz basit bir şekilde yazılmış 12 yaşındaki, ince ceketle
soğukta gezen çocuğun anısından bir şeyler koparacak ve kendi hayatınıza monte
edeceksiniz belki de. Tüm bunları yazma süremle aynı süreydi, pilavcıda bana
pilav alacak saftiriği bulmam. Bana hem pilav hem de çorba almaya karar
vermişti. Saftirik iyi niyetli biriydi.
Çok aç olmama
rağmen, tüm benliğim ve açlıktan küçülmüş midemle bile aynı düşünceyi
yaşıyordum ‘öleydim de bu gece gelmeyeydim buraya’. Ah Makbule abla ah.
Karşısında başka biri vardı, ellerinin de karşısında sabit duran başka eller
olmasını beklerken, malum eller hareketli bir şekilde oynaşıyordu, pamuktan
olan yumuşacık Makbule ablanın elleriyle. Kaçmak istedim o an, iyi niyetli
saftiriğe ayıp olmasın diye kaldım. Yemeklerin parasını ödeyip, adımı, yaşımı
ve herkes gibi o da derslerimin nasıl olduğunu sordu. Hüzünle cevapladım
sorularını. Afiyet olsun diyerek çıktı saftirik. Yemeği olabildiğince hızlı
yemeye çalıştım. Makbule ablanın gözleri, değil beni, karşısındakinden başka
kimseyi görmüyordu, elleride kenetlenmişti aşık olduğu adama.
Hüzün
dolu bir yemek oldu benim için. Ne kadar bir an önce terk etmek istesem de
orayı aç kalacağım saatleri düşünerek sonuna kadar yedim, bitirdim her şeyi.
Dışarı çıkmadan son bir kez baktım Makbule ablaya belki beni görür diye. Ne de
güzel dinliyor ve gözleriyle kendini teslim ediyordu. Acaba ona da ‘canımın
içi’ diyor muydu?
Makbule
abla yoktu artık, vardı ama yoktu. Toktum ama açtım, kimse tarafından
doyuralamayacak açlığım başlamıştı. Çilek tarlası da alsa bana, tüm güzel
sözleri kulağıma fısıldasa da, değersiz gelip geçen biriydim onun için, aşık
olduğu adam değildim. Adam bile değildim ben çocuktum.
Bir
hışımla kendi içimde yaşattığım can çekişen aşkı, daha fazla can çekişmesini
izlememek için öldürdüm. Kabul ettim kendimi, vahim halimi, yalnızlığımı,
çirkinliği ve fakirliğimi. Ben de gitmeye başladım, ne de olsa acı çeken adam
gider, gitmek ister. Nereye gittiğimi bilmeden, çilekleri düşünmeden, sahip
olamayacağım hayalleri uzaklaşarak, uzun, dik yokuşlu mahallemizden kaçtım.
Sincaba benzettiğim kardeşim de aklımda değildi. Tek istediğim uzaklaşmaktı,
kendimden uzaklaşabilmeyi çok istedim. Tek istediğim uzaklaşmaktı, belki de
büyükçe, çokça bir haykırış çıkarabilseydim zayıf ciğerlerimden biraz olsun
rahatlayabilirdim. Hayata bağıramıyordum bile.
Gidiyordum
adım adım uzaklaşırken kimsesizliğimden, sadece Makbule ablanın sevdiğini
düşündüğüm kimsesizliğimden. Yorgunluktan neredeyse 3 mahalle geçtiğimi fark
etmemiştim. Düşüncelerim de kimsesiz kaldığında vücudumun kendini bıraktığını
hissettim ve kendimi kaldırımın bir ucuna bıraktım. Kaldırımı yatak olarak
hayal etmeye çalışıyordum iyice kıvrılarak. Uyuyakaldım sonrasında. Merak
ediyorsunuzdur, -en azından hiç yaşamamışsınızdır- kaldırımda acizlikten yatak
hayal ederek uyuyakalmanın ne demek olduğunu?
Yorumlar
Yorum Gönder